DOLAR 34,8184 0.07%
EURO 36,7160 -0.27%
ALTIN 2.948,320,20
BITCOIN 3457623-0,40%
İstanbul
15°

PARÇALI AZ BULUTLU

13:01

ÖĞLE'YE KALAN SÜRE

Biden-Blinken yönetiminde ABD-Türkiye ilişkilerinin seyri değişebilir mi?

Biden-Blinken yönetiminde ABD-Türkiye ilişkilerinin seyri değişebilir mi?

ABONE OL
13 Şubat 2021 14:39
Biden-Blinken yönetiminde ABD-Türkiye ilişkilerinin seyri değişebilir mi?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İSTANBUL (AA) -ADAM MCCONNEL- Dean Acheson siyasi makalelerini derlediği A Democrat Looks at His Party (Bir Demokratın Partisine Bakışları) isimli eserine, ABD Yüksek Mahkemesi Yargıcı Oliver Wendell Holmes Jr.’dan yaptığı bir alıntıyla başlıyor: “Ve bana öyle geliyor ki şu anda muğlak olanı araştırmaktan ziyade, aşikâr olana dair bir eğitime ihtiyacımız var”. Holmes’un bu sözü, Acheson’ın ABD dışişleri bakanı olarak görev süresinin bitiminden sadece iki yıl sonra yazdığı metnin geri kalanında izah ettiği şeylerin çok güzel bir özeti niteliğinde.

Acheson dışişleri bakanı olarak görev yaparken, cesur ve vizyoner dış politika girişimlerinin hâkim olduğu bir dönemin en cesur ve en vizyoner dış politika girişimlerinden birini gerçekleştirdi. Acheson NATO’nun kurulduğu 1949’dan Şubat 1952’ye dek, ABD Kongre’sini olduğu kadar, çeşitli Avrupalı müttefikleri de Türkiye Cumhuriyeti’nin NATO’ya tam üye ve müttefik olarak kabul edilmesine yönelik ikna edebilmek için uzun bir tartışma ve dil dökme süreci geçirdi ve nihayet bu konuda muhataplarını ikna etmeyi başardı. Yönetimi altında dışişleri bakanlığı yaptığı Başkan Harry Truman, Acheson’ın Türkiye’yi destekleme kararını “Hiroşima’nın bombalanmasının ardından aldığı en mühim karar” olarak değerlendirdi [1].

Acheson’ın Türkiye’nin desteğe ihtiyacı olduğuna dair inancı, dış politikaya yaklaşımındaki net görüşlülüğün ve ABD çıkarlarını uygulama sahasına ilkeli bir şekilde koyma arayışının bir kanıtıydı. Gerçekten de Acheson sadece Kongre’yi değil, özellikle de meseleye taraf olan çeşitli Avrupa devletlerini, Türkiye’nin NATO’ya kabulü bağlamında, bu ülkeye asırlardır gösterilen önyargı, dini şovenizm ve aşikâr ırkçılığı aşmaya zorluyordu.

Acheson’ın uluslararası ilişkiler alanında sıkı talimden geçmiş, odaklı ve gerçekçi bakışı, ABD dış politikasının başına on yıllardır bela olan kafa karışıklığı ile tam bir tezat oluşturuyor. ABD’nin Soğuk Savaş politikasını tanımlar hale gelen “ahlaki cihat”, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte buharlaşıp kayboldu. O zamandan beri, emperyal reflekslerini hadleri aşan şekilde sergileme alışkanlığı ve “Teröre Karşı Savaş”ı, ABD’yi hem siyaset hem de ilkeler açısından giderek daha derin çatışmalara ve çelişkilere sürükledi. Joe Biden seçim zaferi konuşmasında, başkanlık edeceği yönetimin dünya liderliğini “ABD’nin örnekliğinin gücüyle” yapacağını iddia etti; ne var ki ABD’nin gösterdiği liderliği çok uzun bir süre önce karakterize eder hale gelen şey, çeşitli güç türleri üzerinden yapılan dayatmalardır. Dünyanın giderek çok kutuplu hale geldiği ve ABD’nin küresel egemenliğine en önemli meydan okumayı teşkil eden Çin’in anti-demokratikliğini hiç gocunmadan sergilediği günümüzde, ABD kendisini, uluslararası ilişkileri adına yeni, somut, tartışılmaz ve kapsamlı bir temel belirleyemez halde buluyor.

Biden-Blinken dış politikası ve Türkiye Cumhuriyeti

Bu konuda öne çıkan bir örnek, Acheson’ın NATO’ya dâhil etmek için çok büyük bir kararlılıkla çalıştığı müttefike karşı ABD’nin sergilediği yanlış yönlendirilmiş ve kafa karıştırıcı davranış. ABD’nin yirmi yıldır açık bir şekilde, hatta bazen bile isteye, Türk çıkarlarına zarar veren ve yüzlerce Türk vatandaşının ölümüyle sonuçlanan politikalar uygulamış olması çok çarpıcı bir faktör olarak önümüzde duruyor. Bölgede “Pandora’nın Kutusu’nu” açan, Irak işgalini gerçekleştiren George W. Bush yönetimiydi, ama Suriye’de PKK’nın Suriye koluyla ortaklık yapmak dışında hiçbir şey yapmamayı seçen de Obama yönetimi oldu.

ABD Başkanı Joe Biden’ın Dışişleri Bakanlığı için seçtiği Antony Blinken kısa bir Senato onay sürecinden sonra 26 Ocak’ta yemin etti. [2] Türk basınında da geniş bir şekilde görüldüğü üzere, Blinken onay oturumlarından birinde, Güney Carolina Senatörü Lindsey Graham’ın (buruşuk bir kâğıt parçasından okuduğu) bir soruya cevap verirken Türkiye’den “sözde stratejik ortak” diye bahsetti. Graham Türkiye-ABD ilişkilerine yabancı değil, bu nedenle S-400’ler etrafında gelişen durum hakkındaki sorusu şaşırtıcı olmadı. Blinken’ın cevabı da şaşırtıcı görülemez. Oturumlar halka açık bir forum şeklinde gerçekleşti ve Blinken senatörlerin sorularını şevkle yanıtlarken her iki partiyi de memnun etmeye ve Washington’ın mevcut siyasi havasına uygun cevaplar sunarak herhangi bir anlaşmazlık veya gerginlikten kaçınmaya çalıştı.

Blinken’ın oturum sırasında yaptığı yorumlar beylik laflar olarak anlaşılmalı; ama Graham’a verdiği cevap, istemeden de olsa “lök” gibi bir ironiye bulandı. Blinken’ın beyanının tamamı şöyleydi: “Türkiye’nin bir NATO müttefiki olarak S-400’ü satın almakla yaptığı şeyin kabul edilemez olduğunu düşünüyorum. Stratejik -sözde stratejik- ortağımızın en büyük stratejik rakiplerimizden biri olan Rusya ile aynı çizgide bir araya gelebilmesi fikri kabul edilemez”. Blinken’ın bu yorumu, diğer NATO müttefiklerinin Rus yapımı silah sistemlerine sahip olmaları ve bunları kullanıyor oldukları gerçeği bir yana, ABD’nin bizzat kendisi tarafından da bir terör örgütü olarak nitelenen ve esasen Türkiye’yi hedef alıp on binlerce Türk vatandaşının ölümünden sorumlu olan PKK’nın organik bir şubesini aktif bir şekilde silahlandırdığı, finanse ettiği ve eğittiği altı yıllık bir sürecin ardından gelmiş oldu. Blinken FETÖ’nün Temmuz 2016’daki akim kalan darbe girişiminin ardından, bombalanan Türk parlamentosundaki enkazı gezdi; bu yüzden Türk kamuoyunun ABD algısının olumlu olmadığını biliyor olmalı. Çoğu Türk vatandaşının Blinken’ın yorumlarına cevabı, “Kendisine yaptırım uygulanması gereken esas ‘sözde stratejik ortak’ ABD’dir” demek olurdu.

Karşımızda duran siyasi gerçek şu ki Obama yönetiminin eski bir üst düzey üyesi olan ve dışişleri bakanlığı pozisyonu için Obama’nın başkan yardımcısı tarafından görevlendirilen Blinken, o yönetimin genel olarak Doğu Akdeniz’e, özel olarak da Türkiye’ye yönelik politikalarının yerlerde sürünen mirasını da peşine takmış getiriyor. Bununla birlikte Blinken’ın (yahut Biden’ın) Obama’nın basiretsiz kararları ve pek kısa ömürlü kırmızı çizgileriyle Türkiye’nin etrafında yarattığı felaketlerden herhangi bir ders çıkardığına dair hiçbir işaret yok.

Blinken yemin eder etmez Dışişleri Bakanlığı, Biden’ın “ABD’nin ittifaklarını onaracağı” [3] iddiasını tweetledi; fakat Biden’ın Ankara karşısındaki konumunun gerçekte ne kadar zayıf olduğunu anlamadığı çok aşikâr. Biden yönetimi Ankara ile temasa geçene kadar yaklaşık iki hafta geçti ve o zaman dahi temas, Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan üzerinden gerçekleşti. Bu davranış, adeta Obama’nın Gülen kültünün başarısız Temmuz 2016 darbe girişimine verdiği cılız ve pek ağırdan alınmış tepkinin hayaletlerini hortlatıyor.

Daha da kötüsü şu ki Biden yönetiminin göreve gelmesinin hemen ardından Suriye’nin kuzeyinde bir PKK/PYD şiddet dalgası patlak verdi. Buna cevaben ABD Dışişleri Bakanlığı, şiddeti kimin uyguladığından bahsetmekten kaçınmak için, son sekiz yıldır kullanılan söylem hilekarlığının aynısında ısrar etti. [4] Ve Blinken’ın resmî görevine başlamasından sadece bir hafta sonra, yine ABD Dışişleri Bakanlığı, Boğaziçi Üniversitesi’nin yeni rektörüyle ilgili protestolara dair resmî bir açıklama yaparak Obama dönemini güçlü bir şekilde anımsatan bir adım daha attı. Türkiye’nin iç siyasetine ilişkin sürekli yapılan yorumlar, Türk halkındaki ABD’ye yönelik gücenikliği daha da alevlendirmekten başka bir işe yaramayacağı gibi, ABD’nin çıkarlarına da hizmet etmeyecektir. Özetle, Obama yönetiminin Türkiye’ye ve bölgesine yönelik tutumu, sanki son dört yıl hiç yaşanmamış ve bir adımlık bir tekleme dahi olmamış gibi kaldığı yerden yola koyulmuş bulunuyor.

ABD’nin şu anki Türkiye Büyükelçisi David Satterfield’ın faaliyetlerinde daha iyi bir örneklik bulabiliriz. Eylemleri ve açıklamaları her zaman kınanmayı hak eden bir çizginin üstünde seyretmemiş olmasına rağmen, Satterfield, selefleri Francis Ricciardone ve John Bass’in utanç verici, bazen de rezil davranışlarının ardından ciddi bir düzelme adımı oldu. Örneğin Satterfield, Türk basını aracılığıyla Türk halkıyla samimi ve saygılı bir şekilde iletişim kurmaya daha fazla önem vermekte. Anadolu Ajansı’na yakın bir zamanda yaptığı kapsamlı yorumlar, onun daha yapıcı olan kamu diplomasisi uygulama tarzını yansıtıyor. [5]

“Nazik eleman” iş başında

Antony Blinken’a dair çok sık karşılaşacağınız bir tanım, onun “nazik” biri olduğudur. Buna inanılmasını tamamen mümkün buluyorum; zira onun söylediklerini okuduğumda ya da görüntülerini izlediğimde ben de aynı izlenimi ediniyorum. Örneğin Blinken’ın, içinde [Susam Sokağı karakteri] Grover’ın olduğu dışişleri bakanı adaylığı [6] tanıtım videosunu ele alalım. Amerika’nın “çocukluk kültü”, siyasetine dahi işte bu derecede nüfuz etmiş durumda: Önümüzdeki dört yılı, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in temsilcileriyle etkileşim içinde, Avrupalıları da insanlığın geleceği uğruna en basit karşılıklı tavizler vermeye ikna etmeye çalışmakla geçirecek kişi, kendisini küresel topluluğa bir kukla ile tanıttı.

Blinken son 30 yılın çoğunu Washington’da geçirmiş ve dış ilişkilerin içinde bulunmuş olmasına rağmen, Condoleezza Rice’tan bu yana herhangi bir dışişleri bakanına göre halk nezdinde sahip olunan en düşük profille bu göreve geliyor. Türkiye’ye ve Türkiye’nin bölgesindeki meselelere dair bazı görüşlerini biliyoruz. Örneğin Blinken 2017 yılının başlarında The New York Times (NYT) için, Amerikan kamuoyunu kandırmaya yönelik bir şekilde, PKK’nın Suriye kolu (PYD/YPG) için uydurulan takma ad olan “Suriye Demokratik Güçleri”ne (SDG) ABD’nin desteğini sürdürmeye çağıran bir başyazı kaleme aldı. Blinken daha önce de ABD’nin Türkiye’yle ilişkilerine dair yorumlar yapmıştı; fakat bu yorumları, Biden’ın Aralık 2019’da NYT’ye yaptığı düşmanca açıklamalardan çok daha ihtiyatlıydı. Oy kazanmak gibi bir derdi olmadığı için, halka açık konuşmalarında, Blinken kimsenin dikine gitmeyen yavan şeyler söylüyor olabilir; ancak özelde tamamen farklı fikirleri de olabilir. Bu nedenle, Blinken’ın SDG hakkındaki başyazısından uğursuzluk tütüyor.

Öte yandan, Biden’ın ilk dış politika hamlesi, görünüşe göre Blinken’ın da enerjisinin çoğunu harcayacağı Çin ve Asya’ya [7] daha büyük bir vurgu yapmak oldu. Blinken’ın SDG’ye verdiği destek göz önüne alındığında, insan ilk bakışta bu gelişmeden bir ferahlık duyacaktır. Ancak bu durumda, “muhalif görüşleri de arayıp bulacağını ve uzmanları dinleyeceğini” [8] ileri süren “nazik eleman”, neticede ABD’nin Türkiye’nin bölgesine yönelik politikası üzerinde daha büyük nüfuz sahibi olacak kişiye kıyasla, tercih edilir bir profil kalacaktır, ki o kişi Başkan Biden’ın Ortadoğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü Brett McGurk’ten başkası değil. Blinken’ın odak noktası Asya olacaksa, McGurk daha büyük bir hareket serbestisine sahip olacaktır; çünkü onun etki alanına daha az dikkat gösterilecektir.

McGurk 2015’in sonundan Aralık 2018’e kadar PKK/PYD/YPG’ye silah, para ve eğitim sağlanmasında oynadığı rol nedeniyle Türkiye’de neredeyse yediden yetmişe herkesin nefretini kazanmış biri. McGurk gerçekte PKK teröristleri olan yüksek rütbeli PYD/YPG üyeleriyle alenen işbirliği yaptı. Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğu McGurk’ü elinde sadece Suriyeli sivillerin değil, Türk vatandaşlarının da kanı olan biri olarak görüyor. Bu nedenle, Suriye’nin kuzeyinde onlarca kişinin hayatını kaybettiği PYD/PKK bombalamalarının en son halkası, Türkiye’de “McGurk geri döndü” şeklinde, umutsuzluğun hâkim olduğu bir tespitle karşılandı.

Blinken ABD-Türkiye ilişkilerinin seyrini değiştirebilir mi?

Neticede, önümüzdeki dört yıl boyunca, Türkiye-ABD ilişkileri, her şeyden önce Blinken’ın Türkiye’ye yönelik mevcut ABD politikasının sadece yanlış değil ikiyüzlü ve yalnızca ABD çıkarları için değil aynı zamanda Türkiye ve bölgedeki diğer toplumlar için de felaket niteliğinde olduğunu fark edip edemeyeceğine bağlı olacak. Blinken tanıtım videosunda “Amerikan değerleri” ve küresel zorlukların üstesinden gelmek için “müttefiklerin desteğini almak” gibi tipik klişeler zikrediyor. Türkiye 1950’den beri demokrasisi olan bir NATO müttefikidir, şu anda bölgede Rusya’ya karşı tek müstahkem kalkandır ve ABD’nin Türkiye’nin menfaatlerini tanıması durumunda, ABD ile olabildiğince büyük bir çerçevede işbirliği yapmaya son derece isteklidir.

Blinken Türk müttefikinin desteğini almak istiyorsa, Türk yetkilileri dinlemek ve onlarla çalışmak zorunda kalacaktır. Türk yetkililer, bölgenin gerçekten demokratik olarak seçilmiş tek hükümetinin temsilcileri olmanın yanı sıra, bu bölgeyi ABD’li yetkililerden çok daha iyi anlıyorlar. ABD’li yetkililerin, bölgesel durumu yeni perspektiflerden anlamaya ve Türkiye ile uzlaşmaya istekli olması gerekiyor. En önemlisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri olduğu gibi, ABD’nin çıkarlarının Türkiye’nin çıkarlarıyla çok paralel durduğunu fark etmeleri gerekiyor.

İkincisi, Blinken ABD’nin Türkiye politikasının değişmesi gerektiğini kabul edebilse bile, o zaman bir istikamet değişikliği için mücadele edebilecek midir? Blinken yalnızca Dışişleri Bakanlığı’ndan sorumlu olacak ve diğer ABD kurumları şimdiye dek Türkiye’nin bölgesinde politika uygulama konusunda son derece bağımsız olduklarını kanıtladılar. Örneğin Donald Trump birkaç kez bu kurumsal aktörlere karşı çıkmaya karar verdi; ancak kararlarını uygulatma konusunda çok sınırlı bir başarı elde edebildi. Blinken -ve nezaketinin- Pentagon gibi, Trump’ın esen gürleyen pozlarına karşı mukavemetli olduğu kanıtlanan kurumlara karşı tartışmalarda herhangi bir şansı olabilir mi? Blinken New Jersey Demokrat Senatörü Robert Menendez’in kendisine Senato onay oturumunun sonuna doğru ikrar ettirdiği garip Türkiye karşıtı “yeminini” ihlal etmeyi düşünür müydü?

Aşikâr olanı öğrenmek

ABD’li yetkililer için kabul etmesi ne kadar zor olsa da, ABD’nin küresel spot lambalarının altındaki zamanının giderek azaldığı görülüyor. Diğer güçler yükselecek ve nihayet ABD’nin yerini alacaklar. Bu durumdaki temel endişe, demokrasinin muhafaza edilmesi ve insanlar için daha iyi bir hayat sağlayan bir siyasi sistem olarak yaşamaya devam edebilmesidir. Bu nedenle ABD’nin Türkiye’nin önemini teslim etmesi ve Türkiye ile çalışmak için gerekli tavizleri vermesi hayati önem taşıyor. ABD etkisinin gözle görülür şekilde azaldığı, AB’nin geleceğinin fırtına bulutları tarafından kuşatıldığı ve diğer yükselen güçlerin demokratik olmaktan çok uzak olduğu bir çağda, demokrasinin yaşama kabiliyeti tehlikededir. Türk yetkilileri ve en önemlisi vatandaşları demokrasiye bağlıdır. Fakat ABD’nin Türkiye’ye ve bölgesine yönelik mevcut politikası, ilgili herkes için demokratik bir geleceğe dair bir tehdit oluşturmaktadır.

Daha da kötüsü, ABD’nin son on yılda Türkiye’ye karşı izlediği yanlış, felaket mahiyetindeki gidişatı tespit etmek ya da anlamak zor olmamalı; Türk yetkililer bunu ABD’li yetkililere yıllardır sürgit izaha çalışıyorlar. Bu arada, Türk güvenlik personelleri ve vatandaşları PKK/PYD/YPG şiddetinin kurbanı olmaya devam ettikçe ve müteakip ABD yönetimleri ABD’ye sığınan FETÖ mensuplarını iade etmeyi reddettikçe, Türk halkının öfkesi de giderek arttı. Bölgesel çıkmaz, Türkiye ve Rusya’nın bölgede artan sayıda çatışma bölgesinde karşı karşıya kalmasıyla derinleşti. Ancak Türkiye Dağlık Karabağ’da Azerbaycan’ı, Moskova’ya karşı da Kiev’i destekleyerek 300 yıl sonra Rusya’ya karşı ilk açık, bağımsız olarak elde ettiği askeri ve diplomatik zaferini kazandı.

Tüm bu sahne, Yargıç Holmes’un “aşikâr olana dair eğitim” ihtiyacına işaret ediyor. Türkiye ABD’nin küresel çıkarları için —Acheson’ın NATO müttefiklerini Türkiye’yi bir ortak olarak kabul etmeye ikna etmek üzere yoğun çaba sarf ettiği 70 yıl öncesinde olduğu kadar— hayati önem taşımaktadır. Türkiye capcanlı, sanayileşmekte olan bir demokrasidir ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerikan demokratik modelinden olumlu yönde etkilenen toplumlara başat bir örnektir. Senato Dışişleri Komitesi ve Dışişleri Bakanı Blinken “Çin modelinin” ABD demokratik modelini tehlikeye attığını anlayabiliyorlarsa, o zaman neden aynı yetkililer, Türkiye’yi tehdit eden tanımlı bir terör örgütünü (PKK/PYD/YPG) desteklemenin bu bölgede ABD’nin çıkarlarına asla hizmet etmeyeceğinin farkına varamıyorlar? Neden aynı yetkililer, Türkiye’nin demokrasisini ve devlet kurumlarını yıkmayı amaçlayan, şiddet kullanan bir dini kültü barındırmanın, Türkiye ile ilişkilerinde ABD’nin çıkarlarına asla hizmet edemeyeceğini anlayamıyorlar?

“Bir Demokratın Partisine Bakışları”nın ilerleyen bölümlerinde Acheson, başarılı bir dış politika için gerekli olan iki hayati bileşeni tartışıyor: Amerika’nın bir hedefe ulaşma isteği ve yabancı toplumların bu hedefe ABD ile birlikte ulaşmak için ne derece istekli olduğu. Acheson yabancı bir devletin ve toplumun ABD ile ortak bir amaç için çalışma konusunda istekli olduğu durumda bile, “özgür uluslardan oluşan bir koalisyondaki liderlik sorununun” hâlâ devam ettiği konusunda ikazda bulunuyor: “Böyle bir grup, rıza esasına göre çalışır […] Liderlik, evvelemirde güvenin verildiği bir durumda tevdi edilir. Ve güven duyulması, davranışlara bağlıdır […] Ama güven derken neyi kastediyoruz? Koruduğumuz çıkarların bize güvenen insanların çıkarlarını da kuşattığına dair güven ilka edebilmeyi kastediyoruz”. [9]

Acheson’ın bu izahı, Türk-Amerikan ilişkilerinde tekerrür eden temel sorunu tartışmasız bir vuzuha kavuşturuyor.

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.